Paert'ten ÖYKÜLER     

                                                                                                                ASKA DAIR

 Masmavi,bugulu bir gokyuzu,koyu yesille kucaklasmis.Alabildigine genis bir caddenin kosesinde gec isaretinin yanmasini bekliyorum.Iki, uc katli evler ve agaclar adeta sarmas dolas,icice...Insanlar her renkten ve irktan. Hepsi yabanci fakat, tanidik geliyor nedense Insanlar ve tasitlar zaman gibi akip,yolun sonunda kaybolup gidiyorlar.Ne kadar da gecen gunlerimize benziyorlar.Cabuk ve acimasizca,geri donmemecesine gecip giden gunlerimize, omrumuze... Sakin dis gorunusumun altinda beynimde firtinalar kopuyor,kalbim yerinden firlayacakmis gibi carpiyor. Aklim ve fikrim seninle sevgilim.Seni dusunuyorum,seni ariyorum.Yoksun...Ya da hep benimlesin.Uzaklardan bana gulumsuyorsun ve sanki Umit Yasar`in dizeleriyle sesleniyorsun: `Ne durdurur ozleyeni, seveni Bakarsin ansizin gelebilirim Bu kadar yurekten cagirma beni` Gel sevdigim,askim,canim...Seni cok ozledim.Benimle,yanim da ol...Kalan zamani seninle yasamak istiyorum.Bu defa Iste isik yandi,bana yuru diyor.Dimdik yuruyor ve karsiya geciyorum.O da ne?Orada beni bekliyorsun. Sevincten bir kus gibi oluyorum adeta.Elele tutusuyoruz.gencligimi yeniden seninle yasiyorum.Ben 17 yasinda bir `kuzu`,sense 28 yasinda...Gozlerim duygularimin dili...Senin de oyle.Bakisiyor ve anlasiyoruz.Konusmaya gerek yok... yasanmamislari yasamak istiyorum...Seni yurekten cagiriyorum. Sairin dedigi gibi... tanimak arzusu ile yaniyorum.Seninle sevincleri yasamak istiyorum.Ve kederi de...Acilari birlikte yasayip olgunlasmak istiyorum.Seninle olmak istiyorum.Sen Tanri`nin sundugu armagansin bana.Boyle dusunuyorum. Bu bogucu sicak gunun sonunda,gunes yavas yavas ufka yaklasirken,serin bir ruzgar yuzumuzu oksuyor adeta.Gozlerim kapali dinliyorum dogayi...Hissediyorum...Ohhh...Ne guzel ruzgarin opusu.Ferahlik veriyor insana. Ayni anda kalkiyoruz.Kumsala yuruyoruz.Ayakkabilarimiz ellerimizde.Sicak kumlar kucakliyor ayaklarimizi.Denize dogru yuruyoruz.Dalgalar beyaz kopuklu.Dalgalar hircin.Ayakkabilarimizi kiyida kumlara birakiyoruz.Ben eteklerimi topluyorum,sen pacalarini siviyorsun.Elele dalgalara dogru yuruyoruz.Iste bir tane geliyor,geliyor ve geldi.Sular ayaklarimizi sonra bacaklarimizi yaliyor.Dizlerimize kadar...Eteklerimi biraz daha topluyorum,islanmasinlar diye.Dizlerimin ustune cikiyor.Gozgoze geliyor ve ayni anda gulumsuyoruz.Ruhlarimiz kaynasmis.Dolu dolu yasiyoruz bu aniDenizde daha ileriye gidiyoruz. `Atlas Oyanusu`ndayim diye dusunuyorum.Deniz bizimle,biz denizle oynasiyoruz dakikalarca...Hava karardi.Artik cikmaliyiz.Sana donuyorum.Yoksun can...Ellerim bombos simdi... Icim bir hos oluyor.Terkedilmislik duygusu benimle..Huzunleniyorum.Bu deniz kadar,bu kumsal kadar yalnizim simdi.Sen var miydin,yok muydun?Seni,benim hayalgucum mu yaratti?Yasadiklarim yalan miydi? Hava kararmis.Birdenbire benim de dunyam karardi.seni kaybettim sevgilim.Okyanus seni benden aldi.Seni burada birakip donmeli miim?Sen yasarken ben olmeli miyim/Damarlarimi tutusturan bu aski unutup gercege donmelimiyim/Gercekler ne kadar aci olsa da... paert 28/07/99

YALNIZLIĞA   DAİR

1. ÖYKÜ

                                

“YALNIZLIK  YAŞANIR, PAYLAŞILMAZ”

 

     Akşamın solgun ışıkları şehrin üstüne perde perde inerken (ki buna şehirden ziyade metropol demek  gerekir) genç adam dalgın gözlerle pencereden uzaklara doğru baktı. Bu serin sonbahar akşamında  doğanın davetkar bir havası vardı İşten yeni  gelmişti. İçinden bir ses:

     --- Haydi oğlum Suat. Yemeğini ve olta takımını al,şöyle uzan deniz kıyısına...Güneşin batışını, o altın ışıkların sudaki aksini seyrederken balıkta tutarsın. İyot kokan o mis gibi havayı ciğerlerine çekersin.

     Açık pencereye doğru derin bir nefes aldı. Küçük bir bekar eviydi onun ki...Bu evde yalnız yaşıyordu. Temizliği ve düzeni severdi. Her şey  yerli yerindeydi. Hemen mutfağa geçti. Hazırlığını yapmaya başladı. Süratli hareketlerle buzdolabını açtı . Birkaç parça yiyecek ve içecek  aldı. Ekmeklikten ekmek aldı. Hepsini bir poşete koydu.

     ---- İşte nevale hazır . Olta takımımı ve montumu da aldım mı tamam.

     Kapıyı çekti ve kilitledi. Merdivenlerden iniyordu ki ev sahibi Melek hanıma rastladı. Melek hanım ağrıyan dizlerine eliyle destek vererek yukarı çıkıyordu:

     --- Merhaba oğlum!...

     --- Merhaba efendim.

     Melek hanım olta takımına yan yan bakarak devam etti:

     --- Nereye böyle?

     --- Biraz dışarı çıkıyorum da...

     --- Bu saatte mi evladım?Akşam akşam...

     Melek hanım kafasını iki yana sallayarak uzaklaştı..

     Genç adam cevap vermedi. Kaşları çatılmıştı gayriihtiyari...Günün en sevdiği saatleriydi akşam saatleri. Bu saatlerde insanlar evlerine dönerler Adeta her yer bomboş kalırdı. Bu saatler yalnızlar için,yalnızlığı yaşayanlar içindi... Aklına ev sahibi geldi. Biraz keyfi kaçmıştı. İnsanlar diye düşündü. Neden başkasının yaşantısına karışırlar. Ben kimseyle ilgileniyor muyum ?

     Arabasına atladı. Yer yer ışıkları yanmaya başlayan şehirden hızla uzaklaştı. Arabanın açık penceresinden giren rüzgar saçlarını geriye doğru savururken bütün dikkatini yola verdi. Rüzgar ağaçların dal ve yaprakları arasında koşuşturuyor. Onları sağa sola eğiyordu. Dal ve yaprakların hışırtıları kulağına tatlı bir melodi gibi geliyordu. Doğanın başarılı bir bestesi diye düşündü. Canlı ve cansız varlıklar arasında ne güzel bir uyum var dedi kendi kendine... Doğayı seviyordu. Doğada ihtişam, güç, teslimiyet, sessizlik ve özgürlük vardı.

     Martıların, denizin arsız kuşlarının dans eder gibi konup kalktığı, o her zaman ki deniz kıyısına gelince arabasını park etti. İndi. Yiyecek paketini ve olta takımını aldı. O bembeyaz deniz kuşlarının çoğunlukta olduğu tarafa:

     --- Balık orada bol mu? Diye sordu gülerek...         

Deniz kıyısındaki taşlara oturdu, Ayaklarını sarkıttı. Olta takımını açtı. Çaparinin iğnelerine tüyleri sabırla taktı... Oltasını denize attı :

     --- Rastgele! Haydi rastgele,  dedi keyifle.

     Derin bir nefes alarak havanın  temiz kokusunu içine çekti. Ufuklara doğru baktı. Güneş batmak üzere idi. Kırmızının her tonu, sarı ve turuncu, rengarenk bir grup... Hangi büyük  ressamın fırçasından çıkmış bu tablo... Güneşin denize düşen ışıkları nasılda güzel parlıyor. Uzaklarda bir kotra bu renk cümbüşünün ortasında  ağır ağır uzaklaşıyor. Suat denize doğru:

     --- Ne kadar mutluyum. Özgürlük bu işte, diye haykırdı.          

Balıklar birer birer oltaya geliyordu. Balık tutmaktan da ayrı bir zevk alırdı. Bir müddet sonra getirdiği yiyecekleri  açtı ve yemeğe başladı. Birden yanı başında bir ses duydu. Sevimli bir çocuk:

     --- Amca oltanla balık tutabilir miyim? Diye soruyordu.

 

     Suat olumsuz anlamda başını salladı. Çocuk tekrar sordu:

     --- Amca, senin çocuğun var mı?

     Suat yine başını iki tarafa doğru salladı. Babası çocuğunu çağırıyordu. Çocuk seke seke babasının yanına döndü. Elini tuttu ve gülerek babasına bir şeyler anlatmaya başladı. Adamda gülerek dinliyordu. Dönüş yolunda hep çocuğu ve sorusunu düşündü. “ Amca, senin çocuğun var mı?”

     Evinin kapısını açıp içeri girdiğinde o hala düşünüyordu. Eşikte bir an durup etrafına baktı. Evinin dingin sessizliği, o cansız nesnelerin yerli yerinde  duruşları, nedense bu gece onu rahatsız etmişti. Kapıyı arkasından kaparken “O çok sevdiği,  O’nun olan dünyasına” girdi.

 

                                                                                         18.09.1999

                                                                                         Paert

                                                                                         Avcılar-İST

 

YALNIZLIĞA DAİR

2.ÖYKÜ

 

”BİLMEZLER YALNIZ YAŞAMAYANLAR,NASIL KORKU VERİR SESSİZLİK İNSANA,İNSAN NASIL KONUŞUR KENDİSİYLE”

 

    Şermin, yine akşam oldu diye düşündü. Yine akşam oldu. Otuz beş yaşında olukça güzel bir kadındı. Sarışın ,mavi gözlü,orta boylu. Eskilerin “balık etinde” dediği tiplerdendi. Ama her gün evdeki basküle çıkıp iniyordu. “Ay!...Bugün yarım kilo fazla gösteriyor. “ Başka bir gün ”Oh!... Yedi yüz gram zayıflamışım.”  On katlı bir apartmanın otuzuncu dairesinde oturuyordu. Yalnız başına... Hani o kimsenin kimseyi tanımadığı apartmanlardan biri... Asansörde bazen selamlaşırdı komşularla...Fazla arkadaşı da yoktu iş yerinde. Çok yoğun bir çalışma olduğu için kimseyle samimiyet kuramamıştı. Yapısında da yoktu sanırım. İlk adımı daima karşı taraftan beklerdi her zaman...

    Hiç evlenmemişti. Kısmeti çıkmadı mı? Çok... Ama bazılarını o beğenmemişti. Bazılarını da ailesi istememişti. “Üzümün çöpü armudun sapı var,”örneği...Anlayacağınız evde kalmış bir kızdı o...Peh,peh,peh dedi içinden...Geçmiş zamana ve geçip giden gençliğine hayıflanıyordu. En iyi arkadaşım yalnızlık oldu yıllardır diye düşündü. Ahh!... Yalnızlık...Artık taşınması zor bir elbise gibiydi omuzlarında. Allah’ım!...Bıktım artık yalnız yaşamaktan...İçinde bir sızı    hissetti. Usulca başını eğdi,tırnaklarına baktı. Hımm...

   --- Ojemin rengini değiştirsem mi?

   --- Tırnaklarımı da törpülemem gerek...

 Sinirli bir şekilde ellerini saçlarının arasından geçirdi. Acı acı gülümsedi. Ne için,kim için? diye düşündü. Elimi tutan bir el olsaydı,gözüme bakan bir göz olsaydı. Beni benden başka düşünen biri olsaydı... Ne olurdu tanrım...Gözleri bulutlandı birden:

   --- Tren çoktan kaçtı ve ben arkasından bakakaldım...

    Masasındaki eşyalarını topladı. Mesai saati bitmişti. Bürodan dışarı çıktı. Büyük şehrin kalabalığında buldu kendini... O da insan selinin arasına karıştı. Çarşıya uğraması gerekiyordu. İş yerinin hemen yakınındaydı çarşı. Yürüdü gitti çarşıya. İşte çeşit çeşit dükkanlar... Sokağın iki yanına sıra sıra dizilmişler ..Marketler, kasaplar,şarküteriler,

parfümeriler,bijuteri,çeyiz ve giysi satan mağazalar...Vitrinleri seyrederek ve vitrinlerde kendini seyrederek yürüdü ,gitti. Gelinlikçi dükkanının önünde durakladı. Yeni gelen modeli hayran hayran seyretmeye başladı. Rüya gibi bir gelinlikti bu...Üstü gipür dantel. Oldukça açık,kolsuz. Belden, çok güzel bir bollukla yere kadar iniyordu. Etekte yer yer çiçekler vardı. Alıcı gözüyle baktı. Hafifçe içini çekti. Ne kadarda isterdi gelin olmayı...Hangi kızın hayali değildir gelin olmak...İstemekle olmuyor diye düşündü. Maalesef bir adayda yoktu görünürlerde...

     Çantasından ihtiyaç listesini çıkardı. Hiç de acele etmeden markete doğru yürüdü.. İçeri girdi. Ağır ağır alışverişini tamamladı. Dışarı çıktı. Elektrikler yanmıştı. Otobüs durağına doğru ilerledi. Bacağında hafif bir darbe hissetti. Korkuyla sıçradı. Neredeyse düşüyordu.     Baktı minik bir kedi...Yüzüne bakarak “miyav!” diyor. Gözlerini bir kapayıp bir açıyor. Kediye doğru eğildi:

   --- Canım...Aç mısın sen? Yoksa benim gibi yalnız mısın?

   --- Gel bakayım...

   Poşetteki ekmekten bir miktar böldü. Küçük küçük doğrayıp kedi yavrusunun önüne koydu.

Yavrunun çabuk çabuk yiyişini seyretti. Yürüdü durağa doğru...Otobüsü beklemek için durdu.

Gözleri otobüsün geleceği yönde dalmış gitmişti yine...Yumuşacık bir dokunuş hissetti bu defa bacağında...Yavru kedi peşinden gelmiş,kuyruğunu bir sağdan bir soldan sürtüyor,sanki teşekkür ediyordu ona. Hafifçe gülümsedi. Bir şarkı sözü geldi aklına”Bir kedim bile yok, anlıyor musun?Hadi gülümse”

   ---Kedicik ,seni alıp götüremem,burada kalmalısın canım...

   Otobüs geldi. Yavru kediye son defa bakıp bindi. Oturacak yer vardı neyse...Camdan,şimdi tıklım tıklım ama bir müddet sonra boşalacak caddelere dalgın gözlerle bakarak yolculuğunu tamamladı.

    Evinin kapısını anahtarla açtı. Aldıklarını mutfak masasına bıraktı. Doğru banyoya gitti. Banyoda aynaya iliştirilmiş bir not vardı. Orhan Veli’nin  dizeleriydi bunlar...Kendi yazıp koymuştu. Eline sabunu aldı. Gözleri kağıda ilişti. Artık ezbere bildiği dizeleri ,ayna da kendi gözlerine bakarak yüksek sesle okudu:

     --- “Bilmezler yalnız yaşamayanlar

           Nasıl korku verir sessizlik insana

           İnsan nasıl konuşur kendisiyle

           Nasıl koşar aynalara

           Bir cana hasret bilmezler.”

   Elini yüzünü yıkadı. O bembeyaz havluya kuruladı. Mahzun mahzun salona geçti. Televizyonu açtı... Müzik setini de açtı... Bütün ev seslerle doldu ...Mutfağa geçti.... Kolonlardan tatlı nağmeler dökülürken o, tek arkadaşı yalnızlığı içinde yemek hazırlamaya başladı...

  Paert   18.10.199

YALNIZLIĞA  DAİR

3. ÖYKÜ

" BİR SES BANA 'GEL' DESE ,BEN O SESİ İŞİTSEM

KİMSECİKLER DUYMADAN,BİR KAPI AÇIP GİTSEM "

 

   Kadın elleri arkasında,duvara dayanmış dalgın gözlerle evinin penceresinden dışarıya bakıyordu. Akşamın alaca karanlığı ortalığa çökmüştü. Ne düşünüyordu?..

Onu adeta bulunduğu yerde donmuş gibi bırakan neydi?..

   Yaşına göre güzel ve alımlı bir kadındı. Uzun boylu,kısa saçlı,kumral,ela gözlü... İki yanağında iki gamze...Vücudu hala bozulmamış,güzelliğini koruyordu...Kilosu normaldi. Bunu her zaman yaptığı spora ve uyguladığı diyete borçluydu. Çok şık giyinir,pahalı parfümler kullanırdı. Aksesuara da meraklıydı doğrusu...Tutkusu altın ve inci...

   Saygın kişilikli,mesleğinde başarılı,sıcak bir yuvası ve ailesi olan

bir insandı. Eşi,dostu,arkadaşı çoktu. Sık sık aranır ve dost meclislerinde bulunurdu. Onunla olmaktan mutlu olurlardı insanlar. Kültür birikimi,kariyeri,güzel konuşması ile seçkin biriydi. Çok okurdu. Kendini iyi yetiştirmişti. Ellili yaşlarındaydı. Yani artık ömrünün sonbaharında...Gülümsedi...Biraz burukluk vardı bu gülümseyişte...

   Dost meclislerinde konuşur ,tartışmalara katılır,düşüncelerini söylerdi.

Bazen karşısındakilerin ona hayran hayran bakışlarına bakıp düşünürdü..."Acaba

beni ne kadar anlıyorlar?Tam olarak anladıklarını sanmıyordu. Ne demişler..."Ne kadar bilirsen bil,söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır."

   Çevresindekilerin onu anlamadıklarını birçok ortamda, ömrü boyunca sık sık görmüştü. İçinde bir " yalnızlık duvarı " örülmüştü zamanla...Çok görmüştü ailesiyle ve arkadaşlarıyla aynı telden çalmadıklarını...Kaderi buydu her halde...Su gibi akıp geçen zamanla ömrünün de su gibi akıp gittiğini düşündü...Bekliyordu hep. Neyi,kimi?..Onu anlayacak,içindeki yalnızlığı paylaşacak birini...

   Çalışma odasına geçti. Burası ona ait bir dünyaydı...Çok amaçlı kullanılan bir masa. Döner koltuk. Zengin bir kitaplık. Duvarlarda ünlü düşünür ve filozoflardan güzel sözler,resimler...Köşede bir  sallanan koltuk,kamıştan... Yanında da bir abajur. Kitaplığa itina ile yerleştirilmiş bir müzik seti. Yerde "Selçuklu motifli" bir halı...Bu köşe zaman zaman onun kaçış yeriydi. Müzik setine bir CD koyar(çoğunlukla bu klasik batı müziği olurdu) ışıkları söndürüp abajuru yakar ...Loş ışıkta sallanan koltuğuna oturur ve müzik

eşliğinde kendini dinlerdi. Bazen gözlerini yumar,kulaklarında müziğin tatlı nağmeleri hafif hafif sallanırdı.

   Çalışma masasının başına geçti,oturdu. Bir dosya kağıdı çıkardı. Mektup yazacaktı. Eşime,oğullarıma ve dostlarıma diye mi yazsam? diye düşündü. Hayır..."Aranan ve özlenen dosta" diye yazacaktı. Sonra gizli çekmecesine koyacaktı mektubu diğerlerinin yanına. Kalemi eline aldı ve yazmaya başladı...

       "Sevdiğim,canım benim

   Bugün yine özleminle doluyum. Gel artık bitsin bu özlem...Benim ol. Ya da ben senin olayım. Ruhuma ateş dolsun .Yaksın kavursun beni...

   Sevginle şımart beni. Şımartılmak istiyorum. Çok sev beni. Güzel sözler söyle bana sevgiden ,aşktan yana...Hiç bıkmadan söyle....Kimse beni,benim istediğim gibi sevmedi,sevemedi çünkü...

   Biliyor musun çok yalnızım çok. Beni anlayacak candan bir dost arıyorum...

Gel dostum ol, anla beni. Sayfa sayfa aç,tanı beni...Gizlerimi bul...Onları açığa çıkar. İkimiz bir "ben" olalım. Beni ,bana anlat...Yaşamı tümüyle bu kadar severken bendeki bu yılgınlık niye? Her şeyden bıkmam,vazgeçmem niye?...

   Duygusallığımı gör orada ve beni anla...Duygular tutkuları öne çıkarıyor zaman zaman...Duygular kimi zaman görmez ediyor gözlerimizi. Gerçeklere perde çekiyoruz. Ama onlar varlar ve oradalar...Hemen yakınımızda. Gerçekler ve duygular...Neden ben de ön planda duygular? Yalnızlığımın nedeni "duygusal zekamın" daha fazla gelişmiş olması mı?

   Ruhum ve beynim aç...Gel doyur beni...Ruhuma gir,beynime gir. Anlat bana...Sevgiyi ve aşkı anlat...Güzellikleri anlat. Doğruları anlat.

Yaşamı sözlerle ,düşüncelerle paylaş benimle...Yaşamın akışını paylaş benimle...

Günlük olayları,memleket meselelerini,dünyadaki diğer ilginç olayları konuş

benimle. Tartışalım. Düşünce birliğine ulaşalım. İnsanlık için ,çevre için ,gelecek için aynı kaygıları duyalım

   İnsanlık onurunu konuşalım seninle...Ezilenleri ve ezenleri. Doğru söylediği, topluma mal olduğu için söndürülen yaşamları...Anasız babasız bırakılan çocukları ve onların yıkılan yaşamlarını. Doğruları...Bunları konuşurken hoşgörülü olmalıyız. Birbirimizin düşüncelerine saygılı. Ses tonumuzu yükseltmeden konuşmalıyız.

   Geçmişe bakmamak gerektiğini,çünkü yaşanacakların yaşanmışlardan daha önemli olduğunu söyle bana...Söyle ama; geçmişte insanların daha saygılı,daha değer yargılarına bağlı,daha az bencil olduğunu ve o zaman toplumdaki insanların daha

Mutlu olduklarını vurgulayalım seninle birlikte...

   Edebiyattan konuşalım.,şiirden konuşalım seninle. Şiir dikli evrenseldir biliyorsun Nazım Hikmet'i de ,Necip Fazıl'ı da birlikte anlayarak,beğeniyle değerlendirelim. Şiirler oku bana ve ben de beğendiğim şiirleri okuyayım sana...

Sinemadan,tiyatrodan konuşalım. Son filmleri eleştirelim birlikte...Yeni çıkan kitapları...Şimdi moda olan "Geliştiren Kitaplar’ı",romanları...Bana kitap armağan etmelisin parfüm yerine. Ben de bir tıraş losyonu alacağıma bir kitap seçip almalıyım senin için...

   Geleceğe umutla bakmayı öğret bana. İnsan yaşantısına giren yenilikleri öğret

bana,yararlarını, kullanılmasıni...

   Tatillerde birlikte  gezmeye çıkmalıyız seninle...Yurdumu tanımalıyım. Kültürümüzü yakından görmeliyim gittiğimiz yerlerde. İki turist gibi resimler çekmeliyiz. El ele "tarih" içinde dolaşmalıyız tarihi harabelerde...Oturup oralarda geçmişleri,yaşananları birlikte hayal etmeliyiz sessizliği dinlerken... Gezilerden yorgun argın döndüğümüzde bir kır kahvesinde karşılıklı oturmalıyız. Sıcak çayımızı yudumlarken gözlerimiz birbirinin içinde temiz havayı içimize çekmeliyiz. Aynı anda "Var olmanın dayanılmaz hafifliği'ni" duymalıyız.

Ben resim yapmayı da severim. Seninle deniz kıyısında ,bir parkta ne bileyim bir ormanda veya bir dağda peyzaj çalışmalıyız mesela...Renk armonileri oluşturmalıyız. Ya da güneşin güzelliğini,örneğin batarken aldığı o mükemmel renkleri tuvalimize yansıtmalıyız.

   Akşamın alaca karanlığı çöktüğü zaman ,salonda sallanan koltuğuma oturmalıyım. Müzik setinde hafif müzik veya Vivaldi'nin "the four seasons"ı çalmalı ,ya da Pavorotti'nin aryalarını dinlemeliyiz gözlerimiz kapalı...

   Bunları dinlediğimiz kadar öz müziğimizi de dinlemeliyiz,sevmeliyiz. O,bizim insanlarımızı anlatan harika türkülerimizi. Ya da biraz daha "saraylı" olan fasılları,peşrevleri,klasik Türk  Sanat Müziği eserlerini...

   Aynı futbol takımını tutmasakta hoşgörüyle bakmalıyız tuttuğumuz takımlara..

Onları eleştirmeli,kendi takımımızın başarısıyla çocuklar gibi sevinmeli,

Birazda nispet yapmalıyız birbirimize. Söylediklerimize,iddialarımıza kahkahayla gülmeliyiz sonra...Biliyor musun gülmek insanı güzelleştirir...

   Mesleklerimizle ilgili sorunları ve de başarılarımızı da paylaşmalıyız seninle. Öneriler getirmeliyiz birbirimize... Getirilen önerileri sabırla dinle-

meli ve faydalanabileceklerimizi seçmeliyiz içinden... Yoksa hep benim söylediklerim ve bildiklerim doğru dememeliyiz.

   Ah,canım!... Çok şey mi istiyor,çok şey mi bekliyorum. Sen de benim gibi düşü

nüyorsan,ya da aynı şeyleri istiyorsan seslen "gel" de. Sesini duymalıyım. Başka

kimse duymasın o sesi...Sesin,gel yalnızlığımızı paylaşalım desin. Ben,ben o sesi duyunca bir kapı açıp gitmeliyim sana. Gerçek dosta...

Elveda derken,merhaba diyerek...

                                                                Ayten

 

 

   Kadın yazdığı mektubu katladı,zarfa koydu. Masanın küçük çekmecesine kilitledi. Kalktı. Müzik setini ve abajurun ışığını açtı. Elektriği kapattı. Sallanan koltuğuna oturdu. Gözlerini yumdu. Yavaş yavaş sallanırken kulaklarında  Mario Lanza'nın billur sesi "O Sole Mio" albümünden parçalar okuyordu.

                      

                                                                paert               

                                                            30.10.1999

BİR   YAZ    GÜNÜ

Güzel bir yaz günüydü. Açık penceresinden giren  güneşin sıcaklığını yüzünde hisseden Doktor Sedat gözlerini açtı ve bir an pencereden dışarı baktı. Masmavi bir gökyüzü ve pırıl pırıl bir güneş... Aylardan ağustos,mevsimlerden yaz. Ah, canım ya !...  Şöyle bir gerindi.   Bu mevsimi çok seviyorum diye düşündü. Bugün Sağlık Ocağı’nda nöbeti yok. Denize gitmeyi düşünüyor. Bir an önce kendini dalgaların kucağına bırakmayı ve suyun vücuduna temasını duymak istiyor.

Burası batı Karadeniz’de bir sahil kasabası Küçük bir yer. Mezuniyetten sonra arkadaşları çektiği kurayı kıskanmışlardı. Kıskandıkları kadar var. Gerçekten güzel bir yer burası...Ağaçların yeşili,denizin mavisiyle iç içe. İki üç katlı evlerin kırmızı kiremitleri sanki bir tablodan çıkmış gibi...

Burasını seviyorum, diye düşündü. Ah,bir de yalnızlık olmasa... Hemen hemen iki yıldır burada. Halkı tanıdı. İyi insanlar. Onlar da beni tanıdılar. Doktor bey diyorlar ağızlarından bir  Doktor bey daha çıkıyor. Gülümsüyor. İnsanlarla iletişimi iyi.İnsanları seviyor.

Saat 9.00’da piknik sepetini hazırlayıp arabasına bindi. Doğru sahile...Orada çok iyi bildiği bir yer var

 Denize oradan girmeyi planlıyor.. Herkesin uğradığı bir yer değil burası. Issız bir sahil. Arabayla on beş yirmi dakika ve kasabanın dışında...

Nihayet geldi. Arabasını park etti. Sahile varması için erik ve incir ağaçlarıyla dolu bir bölgeden geçmesi gerekiyor. Yürüdü,yürüdü ve nihayet kumsal göründü. Piknik sepetini bir ağaç altına bıraktı. Soyundu. Mayosu içinde. Sahilde kimsecikler yok. Denize doğru koştu,koştu. Kollarını uzatarak balıklama sulara attı kendini. Ohh... Bu sıcakta buz gibi sular ne güzel...Bir kere daldı çıktı ve ileriye doğru yüzmeye başladı. Güneş ,deniz, doğa ve ben diye düşündü Doktor Sedat. Yorulana  kadar yüzdü. Sahile çıkıp kızgın kumların üzerine uzandı. Güneş kızgın ışıklarıyla onu da yakmaya başlamıştı az sonra. Uzun süre etrafını kuşatan bu sıcak maviye baktı. Yavaşça gözlerini yumdu,hayallere daldı. Ne kadar zaman geçti,anımsıyamıyordu. Birden bir ses duydu:

--- İmdat! İmdat!

Ani bir refleksle yerinden doğruldu. Etrafına baktı. Görünürde kimseler yoktu. Az sonra aynı sesi yeniden duydu:

--- İmdat,imdat ! Kurtarın beni !.. Boğuluyorum.

Ayağa fırladı. Denize doğru baktı. İlerde batıp çıkan bir cisim gördü. Bir el dışarı çıkıp suya giriyordu. Düşünmeden koştu. Yüzdü,yüzdü demin elin girip çıktığı yere geldi. Koyu mavinin içine daldı. Dipte biri yatıyordu. Genç bir kızdı bu. Saçlarından tutup su yüzüne çıkardı. Kıyıya kadar yüzerek götürdü. Kızı kucağına aldı. Ne kadar da hafifti bu kız. Kalın gövdeli bir ağaç gölgesinin altına taşıdı kızı. Sırtüstü yatırdı ve boynunun altını yükseltti. “haydi doktor dedi kendi kendine ,iş başına !..“

Suni solunum yaptırması gerekiyor bir de kalp masajı. Uzun süre uğraştı. Neyse nihayet kızın gözleri açıldı. Şaşkın şaşkın etrafına bakan bir çift ela göz. Aman Allah’ım! Ne güzel gözler bunlar .Yeniden dünyaya döndüler:

---Neredeyim ben? Ne oldu bana?

--- Korkmayın,şimdi iyisiniz. Ben doktorum.

--- Ah ! Evet... Yüzüyordum... Ayağıma  kramp girdi galiba...Kendimi kurtaramadım.

--- Ben sizi denizden kurtardım. Şimdi iyisiniz.

Kız öyle bir bakıyor ki Doktor’un gözlerine Bu bakışlarda neler var neler... Gözlerini   gözlerinden  ayırmadan doktorun elini alıp dudaklarına götürüyor. Öpüyor:

   --- Teşekkür ederim Doktor. Size minnettarım...

   --- Ne demek. Görevimi yaptım. Şimdi lütfen sizi hastahaneye götürmeme izin verin.

   --- Pekala Doktor. Lütfen beni bırakmayın!...

  Bu ses,bu sözler tuhaf duygular uyandırıyor Doktor Sedat’ın içinde Bunlar onun için yeni şeyler. Eşyalarını topluyor. İçemediği birasına gözü takılıyor. Gülümsüyor. Arabasını çalıştırıyor ve kıza soruyor:

   --- Adınız nedir sizin?

   --- Berna.

   --- Berna, buralı mısınız?

   --- Hayır... Ben burada öğretmenim.

   Hım,güzel. TRT 3’ü açıyor. Harika bir müzik yayılıyor arabanın içine. Bir Fransız şansonu. Edith Piaf söylüyor. Berna gözlerini kapatmış dinliyor. Dudaklarında minicik bir tebessüm...

    Doktor Sedat,dikiz aynasından Berna’yı seyrediyor. Hiç tanımadığı duygularla dolu..

Bu duygular kendine de yabancı...Bu kızı korumak istiyor. Onunla beraber olmak,ona sarılmak,öpmek... “Yıldırım aşkı” dedikleri duygu bu mu ne? Şimdiye kadar hiç yaşamadığı duygular bunlar...

    Kızı hastahaneye götürüyor,yatırıyor. Orada doktor arkadaşlarıyla konuşuyor,ilgilenmeleri için... Berna ‘nın yanına uğruyor vedalaşmaya...Kız onu yüzünde tatlı bir tebessümle karşılıyor:

    --- Hayatımı size borçluyum  Doktor Adınızı öğrenebilir miyim?

    --- Adım Sedat ,Berna. Şimdi gitmem lazım. Seninle vedalaşmaya geldim.

    --- Yanıma gelin Doktor.

   Doktor Sedat’ın ellerini tutup,kendine doğru çekiyor ve yanağına bir öpücük konduruyor:

    ---  Teşekkür ederim Doktor. Lütfen yine gelin...

   Ayrılıyorlar. Doktor Sedat’ın gönlüne bir ateş düştü bugün. Berna... Berna,yaramaz kız, diye düşünüyor. Seni seviyorum diye mırıldanıyor. Aşık oldum galiba sana...

Paert

 

                   DEPREM

 

    Gece yarısı onu uykusundan uyandıran neydi. Birden, bir sallantının ortasında bulmuştu kendini. “Ne oluyoruz” diye düşündü. Ne oluyordu... Bir yandan uyku sersemliğini üstünden atmaya çalışıyor,bir yandan da hızlı bir şekilde düşünüyordu.”Oğlum,eşim!..Hemen aşağıya inmeliyiz. Üstüm başım...” Salonda uyumuştu. Hızla yatak odalarına yöneldi. Hem yürüyor,hem de oğluna ve eşine sesleniyordu.

---  Serkan , Ahmet!..

 Yer sanki ayağının altından kayıyordu. Kalbide bedeninden aynı şekilde fırlayacakmış gibi atıyordu. Derinden derine bir çatırtı sesi duyuldu. Sanki yerin altı inliyordu. Uğultu ve sallantı devam ederken evin içinde devrilen eşyaların sesi geldi. Aynı anda Ahmet bey ve oğlu Serkan odalarından koridora çıktılar. Oldukları yerde birbirlerine baktılar. Gözgöze  geldiler. Aynı anda aynı şeyi düşündüler. Kirişlerin altı!..Kirişlerin altında durmak lazım. Sarsıntı çok şiddetli... Aman Allah’ım ev adeta bir ileri bir geri gidiyor. Yıkılacak,yıkılacak!..Dayanamıyacak galiba...Onlar kirişlerin altında adeta donmuş gibi dururlarken ev beşik gibi sallanıyordu...

  Evin dar koridorunda üç yetişkin insan,üç ruh,üç nefes sessizce kabusun bitmesini beklediler. Çok uzun gelen bir zaman sürecinden sonra,nihayet sarsıntı durdu. Hemen el feneri,anahtar ve bir ceket alındı. Aynı anda elektrikler kesildi. El fenerinin yardımıyla hızla aşağı indiler. Karanlıkta merdivenler hem    yüksek,hem çok fazla görünüyordu. Apartman sakinleri aynı anda dairelerinden çıkmış olsa gerek yoğun bir trafik var merdivenlerde... Sonunda kendilerini zifiri karanlığın içinde buldular. Ohh... Nihayet açık havadaydılar.

  Her yer karanlık ve garip bir sessizlik hüküm sürüyor. Oldukları yerde hiç kımıldamadan kendilerini,birbirlerini ve sessizliği dinliyorlar. Birdenbire karanlığı yırtan bir ses duyuldu:

  --- Ahh! Ahhh!... Ahhhh!..

  Birine bir şey oldu,ama ne? Karanlıkta çığlık atan adamın sesini dinliyorlar şimdi... Sessizlikten yeniden sesler yükseldi:

   --- Ahh!.. Ahhhh!..

  --- Kim bu?

  --- Ahh!... Ahhhh!..

  --- Ses karşıdan geliyor.

  --- Yahu yardım edin adama!...

 Onlar kımıldamadılar,kımıldayamadılar ama komşu Hulusi bey o tarafa doğru seğirtti. Karanlıktan bir takım sesler geliyor şimdi,bir kuyudan çıkar gibi...

   --- Ayağı...

   --- Ahh!... Ahhhh!...

   --- Bir araba yok mu? Hastahaneye gitmesi lazım...

   Aniden sesler çoğaldı. İnsanlar üzerlerine serpilen ölü toprağından aynı anda kurtuldular sanki... Sokaktaki arabalar ,evlerin yıkılma ihtimaline karşı  arsaların kenarına çekiliyor. Farların aydınlattığı yolda koşuşan bacaklar,kaçışan insanlar... Kurtulma iç güdüsü bu...

   --- Aman Allah’ım!  Bu nedir? Alevler...

   --- İlerde yangın var!...

   --- Ne depremdi ama...Hepimize geçmiş olsun.

   --- Geçmiş olsun. Uzun  sürdü. Mutlaka bir şeyler olmuştur bir yerlerde...

   Bir komşu minübüsüyle yaralıyı hastahaneye götürdü. Yeni gelenler birbirlerine soruyorlar:

:    --- Ne olmuş... Ne olmuş...

    --- Karşı apartmandan bir adam... Kaçayım derken ayağı kesilmiş...Çok kan kaybediyordu ,hastahaneye götürdüler...

    Komşuların içi rahatladı. Neyse  adam  hastahaneye kaldırılmış. Orada gereken yapılır diye düşünüyorlar. Artık kendi işimize bakalım. Gözler karanlığa alıştı. Herkes sokağı boşaltıyor şimdi...Yan taraftaki arsaya gidiyorlar. Ahmet bey ve ailesi de yan taraftaki arsaya gittiler. Kaldırım kenarına oturdular. Apartman sakinleri birbirlerinin yakınındalar... Çocuklar ana ve babalarına iyice sokulmuşlar uykulu uykulu etraflarına bakıyorlar. Her kafadan bir ses çıkıyor:

   --- Ben uyuyordum,ne olduğunu anlamadım. Bir de baktım ki deprem oluyor.

   --- Ben de uyuyordum. Annem uyandırdı.

   --- Saat kaçta oldu deprem?

   --- Tam 3.02 ‘de . Hemen saate baktım.

   --- Çocuklar çok korktular...

   --- Allahım sen koru bizi ! Yarabbim...

   Karanlıkta  sağa sola gidenler. Arabalarını kaldırım kenarına park eden insanlar...Korkudan birbirine sokulan insanlar. Ağlayanlar,ağlayanlar...

   İtfaiyenin siren sesleri...Ne çok itfaiye aracı gidiyor. Yangın büyüdü.  Alevler karanlığı yararak gökyüzüne çıkıyor...

   Bir araba geldi,yanlarında durdu. İçinden çıkan orta yaşlı bir bey önce apartmana baktı. Apartman karanlıkta bir heyula gibi gözüküyor ve yerli yerinde duruyordu Sonra heyecanla sordu:

   --- Metin nerede? Metin nerede?

   --- Hangi Metin.?...

   --- Metin Şen

   --- Bilmiyoruz. Buralardadır. Bir şeyimiz yok.

   --- Siz nerden? Sizde bir şey var mı?...

   --- Ben Avcılar merkez...Hiç sormayın. Karşımızdaki apartman çöktü. Beş kat... sadece en üst kattan iki kişi çıktı...

   İnsanlar korkuyla başlarını çevirip konuşan adama sokuldular... Yürekleri taş kesilmiş...

Beyinleri söylenenleri anlamak için uğraşıyor sanki...

   --- Yaaa!...Eee...

--- Yaa.. Enkazdan “İmdat! Bizi kurtarın “diye sesler geliyor. Karanlık... Yapılacak bir şey yok...

Ellerini iki yana açıyor, çaresizcesine...

Herkes “çok şükür bizim bir şeyimiz yok” diye düşünüyor. Yine eski yerlerine dönüyorlar. Yıkılan evi ve enkaz altında kalanları unuttular bile...Onlar şimdi kendi durumlarını düşünüyorlar. Yeni bir deprem olacak mı diye bekliyorlar. Yürekleri “pıt,pıt,pıt “ çarparak...arabaların radyoları dinleniyor merakla... İşte beklenen haber:

   --- İstanbul’da saat 3.02’de şiddetli bir deprem olmuştur. Deprem 45 saniye sürmüştür. Depremle ilgili

haber merkezimize gelen bilgileri anında size ulaştıracağız...

   Kadın içinden tekrarladı. 45 saniye. 45 saniye haa...

Halbuki birkaç dakika gibi gelmişti. Korkumuydu bu uzun süre sallandı intibaını veren...kadın oturduğu yerden etrafını izlemeye ve haberleri dinlemeye devam etti her saat başı...Yeni gün nelere gebe ,diye düşündü. Neler oldu bu gece... Sabah ola,hayır ola... Merak ediyordu bir çok şeyi. Zaman zaman sarsıntılar  devam ediyordu. Ama bunlar ilk sarsıntı kadar korkutmuyor. Çünkü hem dışarıdalar,hem de emniyetteler bu açık arazide... Ama cep telefonları çalışmıyor. Haberleşme yok ne yazık ki...

   Sinir bozucu uzun bir bekleyişten sonra  ortalık yavaş yavaş ağarmaya başladı. Etraf yavaş yavaş seçilmeye başladı. Güneş ufuktan yükselirken altın  ışıklarını yer yüzüne saçıyordu. Gerçeklerin su yüzüne çıkma zamanı gelmişti artık...

   Saat 6.00’da eve girdiler. Onlar yeni girmişti ki bir sarsıntı daha oldu. Bu ilki kadar şiddetli değildi. Bu sefer dışarı çıkmadılar. Elektriklerin gelmesini beklediler. Elektrikler geldi. Televizyonu açtılar. Her kanalda deprem haberleri ve  görüntüleri... Deprem çok geniş bir alana yayılmış. Adapazarı,İzmit,Gölcük, Yalova ve İstanbul en çok zarar gören yerler...Bu büyük bir felaketti. Yaşanan  dehşetin görüntüleri yürek sızlatıyor. Enkaz,enkaz,enkaz yığınları...Altında çıkarılmayı bekleyen binlerce yaralı ve ölü insan...kırkbeş saniye süren güçlü bir tokadın izleri  ve sonuçları bunlar...Görüntüler korkunçtu. Aile fertleri oturdukları kanepede arkalarına yaslandılar ve birbirlerine baktılar üzüntü dolu gözlerle... Sonra hepsi birden derin bir nefes aldı. Sonra hepsi birden derin bir soluk aldı. Çıkan  solukta ucuz kurtulmanın ve yaşamanın  sıcak sevinci gizliydi sanki... her şeye rağmen hayat güzeldi ve yaşanmaya değerdi...

         paert

20.09.1999